Kendi hâlindeliğin huzurundan bunalmış bir hâlde yoluna devam ederken bir vitrinin önünde durmuştu. Uzaktan pek afili duran kaftana baktı. İçeri girdi. Yakından baktıkça zihnini bir eline, yüreğini bir eline alıyordu; çünkü uzaktan göründüğü kadar güzel değildi sanki ama bir yandan da caka satıyordu. Denemeye karar verdi. Sonuçta üzerinde çok başka durabilirdi. Giydi. "'Biçilmiş kaftan' dedikleri bu olsa gerek," diye düşündü. Mor bulutlarda uzun ama kısa bir yolculuk başladı.
Yavaş yavaş ilerlerken ara ara taşları batıyordu "biçilmiş kaftan"ın. "Olur o kadar," dedi. Oysa ilerledikçe duruşu bozuluyordu. Gözlerinin rengi kayboluyor ama o, gerçeğin yanından geçişine aldırış etmiyordu. Sabırla yol almaya çalıştı, iyi niyetleri de ona gereksiz bir kalabalıkla eşlik ediyordu.
Üzerine oturduğuna inandığından mıdır bilmeden kabulleniyordu renklerinden oluşunu; hatta sevmeye başlamıştı. O afili (!) kaftanın kendisine iki beden küçük olduğunu yaralandığında ancak anladı. Merhametin sahibi elinden tutmasa duruşunu tamamen yitirmeye gönüllü olacaktı. "Böyle de olur, mor bulut da olur," dese inanılırdı.
Biçilmemiş kaftan, üzerinde bambaşka durmuştu. Hiç denememiş olmayı istedi. Çok güvendiği aklına kızdı. Çok bilen kalbi de bir o kadar suçluydu. İddialarından vurulmuşlardı. Bu hiç aklına gelmezdi. Demek ki ona ait olmayanların bâki olmadığını hatırlaması gerekiyordu. "Zahire bakıp çirkinlikle hükmetmeyecekti." Henüz sır olan güzel neticeleri bekleyecek, nasipse görecekti.
Zor ama kolay çıkardığı kaftana son kez bakıyordu. Ona ait olsaydı batmazdı. Ona ait olsaydı renklerini çalmazdı. Zaten kendini hazine sanan bir şey de ona ait olamazdı. Gömüldüğünü de anlayamazdı.
👍👍👍👍👍😇
YanıtlaSil